Şubat 23, 2017

Gecenin Yorgun, Acımasız, Ruhu İntikam Dolu Hayvanları...


uzun zamandır, böylesine etkileyici, insanı yoğun, acımasız ve 
sert duygulara boğan bir film izlediğimi hatırlamıyorum...

bir aşk hiyesi izlediğinizi sanıyorsunuz başta ama kesinlikle bir intikam, bir tokat,
bir acı, bir pişmanlık, içi duygu fırtınasıyla dolu ve 
asla sıradan olamayacak kadar basit bir kırık kalp hikayesi...

Amy Adams ve Jake Gyllenhaal başrolleri paylaşıyorlar.
yardımcı rollerde de Aaron Taylor-Johnson, Michael Shannon ve 
Isla Fisher bulunmakta.
Her biri gerçekten iyi performans sergilemiş
(tabi donuk yüzlü, soğuk kadın
Amy Adams'a hayatı boyunca en iyi oynayabileceği
tek rolü sonunda bahşetmişler).

konusuna gelinirse, eski kocası Edward'dan, açık konuşmak gerekirse, 
sıkıldığı için ayrılan Susan bir gün, Edward'dan bir paket alır.
pakette, Edward'ın yeni yazdığı ve Susan'a ithaf ettiği romanının
taslak halindeki bir kopyası bulunmaktadır.
19 yıl sonra kendisine, 19 yıl önce uğruna terk ettiği ve kendisini aldatmakta olan
şimdiki eşi Hutton'la yaşadığı eve yollamıştır bu kitabı.

Hutton ile bir kızları vardır ve 
yıllardır evliliklerini mutlu yaşayamadıkları için problemler bulunmaktadır.
birbirlerinden kaçmaktadırlar, her ne kadar Susan yaklaşmaya çalışıyormuş gibi görünsede...
Susan bir sanatçı olarak, çok çok uzun süredir de 
yeni ve kendi standartlarına göre kaliteli bir şeyler üretememektedir.
açılış gecesi gerçekleşen ve kocasının gelmeye tenezzül dahi etmediği yeni sergisinin
bir fiyasko olduğunu düşündüğü günün sabahı eline ulaşmıştır bu kitap...

mutsuzluğu, ümitsizliği ve dibe vurmayı hissettiği o gece Susan, kitabı okumaya başlar.
okudukça Edward'ın, yazdığı bu "kurgu" hikayenin
içine öylesine derin çekilir ki, bazı zamanlarda kitabı ya yere düşürdüğünde ya da 
etraftaki bir ses onu kendisine şokla geri getirdiğinde kitaptan uzaklaşabilmektedir.
kitabın, kendisine bir tokat olduğunu anlaması çok zamanını almayacaktır.

intikamın soğuk bir yemek olduğunu izleyiciye
çok basit bir hikaye temasıyla anlatırken, bizlere hiç mi hiç
sıradan olmayan hatta üstüne, acımasız ve çırılçıplak bir şekilde her şeyi
anlatan Tom Ford, gerek kullandığı renkler gerekse hikayenin
yorumlanış biçimi olsun, yavaş tempoyla ilerlerken bile
sizi asla sıkmıyor, üstüne size görmek istemediğiniz şeyleri
gösteren o aynayı tutuyor.

kişisel bir deneyim örneği bulunmakta.
istemiyorsanız okumadan devam edebilirsiniz...
--[[dürüst olmam gerekiyorsa eğer, ben Susan'da kendime dair her şeyi
gördüm ve beni, izlerken hem sinirlendirdi hemde aşırı düşündürdü.
kendimi bildim bileli mesafeli, gerçekçi, eleştirel, duygularla
zamanını harcamak yerine okuyan, filmlerde kaybolan ve 
sürekli düşünerek kafasını meşgul eden biri olmuşumdur.
gardımı indirmekten hoşlanmıyorum hiç.

yaptığım bir çok hatanın sebebi de bu...

yaşadığım son ilişkide de olduğu gibi, Susan'nın hissettiği
o materyalist duygularla boğuştum yaşadığımız bu somut ve 
içi boş topluluklarla dolu hayatta.
tek pişmanlığım, kendimi bu kadar iyi tanırken olmadığım gibi 
biri olmaya çalışmaktı tüm ilişki boyunca.
(tabi karşı tarafın büyüklü-küçüklü hatalarının da etkisi var!)

Susan gibi, anneme dönüşme korkusuyla mücadele ederken,
karşımdaki adamın durup bana 
"gerçekten annene dönüşüyorsun" demesi
içimi çok acıtmıştı...

bilmiyorum, hayatım boyunca yaşadığım 
tek duygu acı olduğu için olabilir belki 
ama ben Susan olmadığım için memnunum.
artık ne bir geri dönüş ne de bir duygu var içimde...

{The Field}
ama kendi kendime şu soruyu çok sormuştum uzunca bir süre, 
"gerçekten sevdim mi, yoksa Edward'ın kafasındaki o kadın gibi 
bende kafamdaki o adamı mı sevdim?" .
ve 
cevabımı hiç yorulmadan aldım diyebilirim.

Susan ile aramdaki tek fark, 
benim sevdiğimi sanmış olmamdır...

sanırım yıldız haritamı okuyan astroloğun 
dediklerini artık, iyice sindirebilmem gerekiyor...

"plütonik erkeklere şans vermekten vazgeçmelisin. 
senin için çok yanlış olan ama 
başkası için doğru olan erkekler bunlar.
çok hatalısın, yüreğin güzellik dolu ama 
sen, hep kendi canını yakıyorsun 
bu adamlara bir şans vererek. 
kendini dinle ve önsezilerine kulak ver çünkü onlar
her zaman haklılar. 6.hissi kuvvetli birisin.
şans evin, 
aşk evin ama her şeyi kontrol etmek ve 
iplerin sende olmasını istediğin için yaptığın seçimlerin 
kötü sonuçlarına katlanıyorsun.
 tek bir cümleyle insanları çok iyi anlayabiliyorsun,
insan sarrafı ve iyi bir dert ortağısın ama 
insanlardan kaçıyorsun...
kendine şans ver ve kendine inan, 
oluruna bırak hayatı ve her şeyi.
olacağına varır zaten."

galiba, hepimiz hayatı, kafamızda kurduğumuz bir planla yaşıyoruz ama
gözümüzü olmayacak hayallerle kararttığımız için 
çevremizde neler olup bittiğini bir türlü göremiyoruz...]]--

filmdeki her karakter, ruhumuzdaki bir duyguyu simgeliyor.
tasvir biçimleri kadar seçilen oyuncularda rollerine gerçekten 'cuk' oturuyorlar.

Amy Adams bir röportajında, kendisine çok benzeyen Isla Fisher'ın
seçilmiş olmasına gerçekten çok sevindiğini ve müthiş bir karar verildiğini söylemiş.
bende kesinlikle kendisine katılıyorum.

bu iyi filmin, bir o kadar iyi müzikleri var ki, 
bahsedilmeden geçilemez...

kendi kendime, "bu müzikler neden bu kadar tanıdık geliyor?" 
diye sorarken, Penny Dreadful'un müziklerini yapan abimizin  yani, 
Abel Korzeniowski'nin müzisyen koltuğunda oturduğunu keşfettim.


her biri ayrı ayrı güzel ve ayrı ayrı etkileyici olan bestelerin,
tüm müzik severlerin arşiv raflarından olması gerektiğini düşünüyorum.
(özellikle çok sevdiğim bir parçayı paylaşıyorum. dinlemesi ve beğenmesi size kalmış
çünkü öyle bir sahnede çalıyor ki, tüm filmin özeti olmayı hak eden bir sahne. 
her şeyiyle...)


ama tabi bazı noktalar da biraz sinirimi bozdu hani.
2011 yapımı, Terrence Malick'in filmi
olan Tree of Life'ın sinematografisi o kadar
tekrar ede ede kullanıldı ki para uğruna, 
o açıdan bir öznellik, bir aidiyet bekliyordum bu filmde ama 
biraz hayal kırıklığı oldu...:/

neyse, sonuç olarak, az-buz sinir bozan tarafları olsa bile
kaçırılmadan izlenmesi gereken etkileyici bir film.

herkese iyi seyirler dilerim...:)

Şubat 18, 2017

Geçmişten günümüze - naif kızdan umursamaz kıza

~ Ağustos 25, 2012 ~

Sıcak ağustos günü başlayan yolculuğum...,
Güneşi oldum olası sevmemişimdir. Çocukken kendisine uzaktan uzaktan fırlattığım taşları
hesaba katmazsam mükemmel bir ilişki yaşadığımız söylenemez yani.
Ablama çöp atmadan yeni geldi ve şu an karnıma ağrı girmekte.
Yine merdivenlerde düşmesine neden olan o meşhur çirkin 10 liralık terliği sonunda kopmuş. Oh nasıl mutluyum, nasıl sevindim anlatamam!
Ve gene başladık..'' Hocalarda benimle dalga geçiyordu gülmemle zaten!'' . Halam, '' Bu ay ki son parayıda ödedik çocuklar'',
ablam '' bu ayki son b.k parası da bitti'' Halam, '' Gerizekalı'' . ablam, '' ihihihihi ahahahaha...gırdın gırdın nilhan,gırdın galbimi nilhan''
Yerlerin gene tozlanmasaı sonucu halamın eline yer, ay pardon ayağına toz bezini geçirmesi sonucu yerleri 350 zibilyonuncu defa
filan silmekte kendileri. Hava, sineğin dahi uçmayıpda aptallaşıp onca delik varken gelip kulak deliğime sokacak kadar sıcak...Babam
gideli neredeyse 1 hafta oldu. Annemle aramdaki bitmeyen husumet nereye varacak hiç bilmiyorum ve açıkçası da bilmek istemiyorum.
Garip bir şekilde huzurluyum ve sanki hiç o var olmamış gibi hissediyorum. Ne kadar acı olsada iyi hissediyorum ama böyle kalsın istiyorum.
Şu an Atv' nin Krem isimli aptal yeni dizisinin gerzek reklamı bile sinirimi bozamıyor, nevet..
Halam, '' neslihan, çay koy içicem'' ablam, '' bi dakka hala, koyucam'' .. ilk söyleyişte gerçekleşen tek eylemi görememeniz ne acı.
Her sene olduğu gibi, tanıdık ziyaretlerine bu sene gidilmiyor o kadar sık. Ne güzel ve ne mutlu bi bilseniz. Kalabalık ve onların bitmeyen
soruları yok. Genellikle susarak geçirdiğim bu etkinliklerde boş boş etrafa bakmaya bayılmak hobilerim arasında. Eğer ilgimi çeken
bir nokta olursa uzun uzun bakar sonra ilgi çekmek için soru sorarım. Ama çoğunlukla olmaz. Sıkıldığımı belli etmek içinse genellikle
sıkılmış görünürüm zaten herkes gibi. Halamın ilginç ses tonlamaları herşeyi benim yerime yapıyor zaten. Yani sıkılmışsam '' niloşum,
sıkıldın mı? '' .
Halam, halamdan bahsetmeden asla olmaz, olamaz zaten. Derseniz "neden önce anandan, babandan, ablandan bahsetmiyorsun
terbiyesiz!" onları sona saklıyorum çünkü onlar assolitler, onlar birer ana kraliçe, özellikle annem!
Neyse, halam demiştim dimi, halam.. ah o halam! Şu an kaybettiği çayını aramakta ve son 2 saattir yaptığımız halı sarma işleriyle gurur
duymaktadır. Bunu da 50 zibilyon defa söylemeye bayılır.
'' -zaten sen hiçbirşeyi hatırlamıyorsun nilhan.
-ne desen hatırlamıyorum hala.
sen ne hatırlıyorsun nilhan? İşine ne gelirse zaten, sende ablan da. Aynı anneniz gibi.. aynı.
kim benden iplik istemişti? ''
Hayatım boyunca verdiğim garip tekpilere karşılık ardı arkası kesilmeden göz kırpmalar ve omg kitty gibi yüz ifadesini verebilen tek
insandır.. Bitmek bilmeyen kaprislerimi çeken yegane insanlardandır kendisi..
Geçen perşembe pazara gitti ve bize ''birşey almayın yaz bitti zaten'' dediği halde 1,5 saat sonra kendisinin araması ve '' nilhan, straplez
şort-tulum buldum ucuza'' diyip almak istemesi gibi ilginç anektodlora sahip olan bir insandır. Ama aradığı sıradı Kuzey Güney' in fragmanın
en heyecanlı yerindeydik, yani duymayı beklediğimiz bir cümle vardı ama işte şanstır ki, halam o sırada beni aradı. Bizdeki extra
gerzekliktir ki, internet olduğu halde televizyondan izlemeye çalışıyoruz. Salak kızlar toplandık işte..
Aslında halamı anlatmakla olmaz, çok pis klişe yaparım, onunla yaşamak gerekir ve onu, yaşayan arkadaşlarımda bilirler.
(Şu an arayan ablamın arkadaşı Can'ı annem zannetmem sonucun ablamın gene beni azarlaması..
'' Ne annemi be! Can, Can! '')
ablamdan çılgıncasına bir kahklaha..
Halam, '' bunuda yaz. biz gülsek böyle nasıl kızar.''
Ablam, '' can birşey dedi anlamadım sayende, teşekkür ederim! '')
Bir keresinde atölyede çalışıyordum hiç unutmam, telefonum çaldı baktım halam. Açar açmaz telefonun ucundan biri sanki dünyanın
sonu geliyormuşcasına feryatla bağırmıştı '' ALOOOO, NİLOOOOŞŞŞ!! '' diye. Halbuki her zaman bu aloya hazırlıklı olan bendeniz
o yorgunlukla telefonu kulağıma götürdüm ve götürmemle geri çekmem bir oldu, yanımdaki arkadaş hatta atölyedeki benimle
beraber olan 4 kişide bana dönüp şok bir şekilde bakmıştı. Telefon uzakta, bir şekilde diyaloğu sürdürüp tamamladıktan sonra
arkadaşım Derya, o malum Derya Bakışları' yla bana bakarak '' kızım kimdi o ya? '' dedi. Bende, '' halam, biraz yüksek sesle
konuşurda '' dedim tabi birazı az kaldı hani. Aslında aile de, yani babamın tarafında herkes yüksek sesle konuşur.
Babam da...kanser hastası olana kadar öyleydi. Sürekli bağırırdı. Bir odadan diğerine, her gittiğimiz apartmanda meşhur olurduk malum
Zaten senede 2-3 defa taşınırdık oturduğumuz her yer batardı da bize(anneme). Toplasanız İstanbul'un çeyreğini filan tanıyor olabilirim yani...
Sürekli yeni bir ortama girerken karşılaştığım her insan '' seni bir yerden tanıyorum '' diyor. Artık alıştım hanş. Sizi bile tanıyor olabilirim
eğer apartmanınızdaki 4. kattaki o aydınlık penceresinden geçen kızı duyduysanız..
(halamın bana demin ablamın taklitini yapması ve ardından '' neslihan, bu terliği atayım mı? ''
ablam, '' dur, babamı arıycam ben o yaptırtır terliğimi''
ben, '' atma, o terliği çok seviyor. sakın atma! ''
ablamın yüzünde kendini hatırlayıp oluşan şapşal bir gülümseme..
Ve beni, bu bizim aramızda olan birşeydi ama, k.k.. k.k.. diye severken sehpaya takılıp düşmesi paha biçilemezdi. Şu an kaçırdınız, sizin
için üzüldüm.)
Vantilatörün kendine hayrı yok ki bana hayrı olsun, şu an kendisinden nefret ediyorum ve an itibarıyla başım dönmekte. Uzun süredir şu ekrana
bakmam sonucu yoruldum ve artık tek kulağımdaki kulaklık sonucu kafam 8 bin zilyon parça oldu...
(Ablam, '' bak, göbek gitti'' göbek attırması sağdan ve soldan. Çok pis oynatıyor şu an ve bana döndü dedi ki '' abla, eğer vermezsen senin
ağzına ....... diyeceksin tamam mı? . Ne desem bilemiyorum..)
Televizyonda da ayrı bi dünya var. Nasıl haberler onlar öyle ya! Adam üzerinde durduğu dalı filan kesmiş. Doğaldır adam Karadenizli.
Yunanistan yanıyor filan..içim şişti.
(Ablam; '' bak, böyle acımıyor yapınca dizlikle. gül gül sen ablana daha gül! '')
Şu yazma işine daha erken başlamam gerektiğini biliyordum, salaklık işte. Neyse..
Şu an hiçbirşey olmuyor, tek başımayım g.t içi kadar sauna gibi salonda kendine hayrı bile olmayan vantilatörle beraber. Arkamda uçan
perde bile benden daha fazla serinliyordur, keyif alıyordur kesin. Dinlediğim müzik güzel ama biraz baymaya başladı, halkbuki Deb Talan' a
ölürüm, düşün o kadar sıcak Ayvalık..
Dibine kadar kesitiğim tırnaklarım acıyor, inat ya kesitiğim içinde her yerim kışınıyor şu an, lanet!
1 ay öncesine kadar evde sinir küpüydüm, diploma için maket yapıyordum. Hatta 2 hafta öncesine kadar ya! Şimdi hiç mi hiç umurum değil
ama dönünce görün siz, ha-hahay! G.tün g.tün tutuşmanın tanımını ben yeniden yazacağım. Temmuzun ortasından beri yaptığım sporun işe
yarıyor olmasından dolayıda ayrıca mutlu olduğumuda belirtmek istiyorum. Onlarca alakasız şeyi bir araya getiriyorum ama ne yapayım, buda
benim dilim benim dünyam işte. Karma karışık bir kafa mevcut bende. Diploma işimde de onu yapmaya karar verdim zaten, Ben ve Kafamın İçi
filan diye sunucam. Arkadaşım 100' lük iş, bayılır filan dedi ama bakalım, görecez. Ben böyle bütün sene yazmaya devam edeceğim
mümkün olduğunca ve vakit buldukça. Belki birgün kitap yaparım, belki birgün çocuklarım okur ya da belki... aman, ne bileyim işte, okumaya
hevesli bir enayi bulurum birgün.
Hırsıma geri kavuşacağım bu sene kararlıyım ve bu da son senemin günlüğü gibi birşey olacak ya da bilmiyorum benim gözümden sıradan bir
dünya sizlere...
Öncelikle projeme odaklanıp yapmak istediklerimi yapmalıyım. Elbet bir günlüğüm var, onu belirteyim. Çocukluğumdan beri pek çok forma ve
şekle bürünmüş ve 10 sene öncesine kadar adı bile olmayan bir arkadaşımdı o. Hep unuttuğum, arada sırada hatırlayıp gönlünü almaya
çalıştığım, beni hiç yalnız bırakmayan en yakın dostumdum. Daha bugün paylaştım onunla düşüncelerimi, gerçekten neler hissettiğimi, buraya
yazamayacağım ama diploma işimin bile temelini oluşturan en iyi arkadaşım Marie'ye daha bugün merhaba dedim. Neden Marie ismini verdim
diye sorasınız var, biliyorum. Aslında bende hep sordum kendime, ortakuldayken Marie ismini verdiğim Kızıl saçlı, mavi gözlü, elma yanaklı
çok güzel bir bebeğim vardı, aslında hala var ama nerde bilmiyorum eve gidince onun bir bulsam iyi olur aslında, neyse, ona verdiğim bir isimdi bu.
Ünlü Fransız Kraliçesi Marie Bilmemneydişuanahatırlayamadımismini... Kadını severdim nedense ve bebeğimi ona benzetirdim resimlerindeki
elma nanakları vardı onun da. Issırmaya bayılırdım her ne kadar dayanılmaz sert bir plastikten olsada. Daha sonraları 13 yaşındayken
tuttuğu günlüğü alıp okuduğumda anladım ki, o da sıradan benim gibi canı yanan, düşünce dizi çizilebilen bir çocukmuş. Ama tabii, günlüğüme ismi
kitabı okumadan 2-3 sene önce vermiştim. Veresim gelmişti işte ya!(çok pis bir tabir oldu burası, çok da fifi!)
Günlüğümün ismiyle bir süre dalga geçen ablam sonra bana kızmıştı ''verecek başka isim bulamadın mı kızım, fatma ayşe'' gibi demişti. Zaten ona
neden söylediğimi de hiç anlamamıştım. Şu zamana kadar günlüğümü okumak gibi bir ilgiyi yalnızca annem göstermiştir. Ablam bir kez okumuş ve
bana gelip çaktırmadan sorular sorunca anlamışımdır, annem ise işe direk dalanlardandır hani. Şimdilerde okuldan çıkmayan ve pek bi sosyal hayatı
olmadığı düşünülen inek öğrenci tipi çizdiğim için günlüğü var mı yok mı, okusam mı gibi güdüler yok artık. Zaten 2 senedir yazmıyorum, ne acı!
2 senedir ben halt ediyormuşum merak ediyorum ya?
Cümleleri '' bi b.k olmaz senden'' diye başlatan ağızlara kezzap suyu diyorum, kalın bağırsak sonuna kadar..
Ağızdan çıkan her cümle ve kelime şiirlerin inceliği kadar olsaydı, zaten dünya bugün böyle maymunun g.tüne angus tezeği kaçmış gibi olmazdı!
Dün gene tekrarını izlediğim Dövüş Kulübü filmini sonsuza dek baştan sona kadar izleyebilirim. Geceleri zaten televizyon izlerken en keyif aldığım şey
zaping yaperken ya Yekta Kopan' ın Michael J. fox' u seslendirdiği bir filme karşılaşmak ya da böyle hastası olduğum film ve sevdiğim dizilerin tekrarlarını izlemektir.
Bide geceleri en nefret ettiğim şeylerden birisi de, halamın hırsız girer korkusuna sıcak havada sıkı sıkı balkon kapısını kapattırmasıdır. Dün gece kendisini
korkutmam sonucu gece lambasını söndürdü ama beni sinir etti yani! Zaten cehennem gibi, insaf! Daha cehenneme gitmeden cehennemde gibi yaşamayalım bari!
Ve tabii efsane yüze yapışan çarşaflar...Anlamıyorum, bende mi gariplik var yoksa her yerime bu sıcakta çarşafların yapışması normal mi, özellikle de YÜZÜME!
Bilmediğim bir sebepten ötürüde mıknatıs etkisi yapıyor olabilirim onlara, bütün mal ve hasta ruhlu gerzeklerde olduğu gibi...
Şu an itibariyle halamın sesini balkondan, balkon ötürü duyuyor ve bilgisayarı artık kapatma kararı almış bulunmakta oloyorum, nevet..
Saatlerdir açık olan aletin sıcaklığıyla da ölüyor olabilirim, bak bunu hiç düşünmemiştim...
Ter içinde kalan bacaklarım ve sırtım isyan etmekte
Herkese saygılar efenim...